Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu




30 Eylül 2015 Çarşamba

Ara Güler- Biyografi

Biyografi okumak apayrı bir heyecan sanırım. Sadece uzaktan tanıdığın ve belki "medyaya yansıtılan" haliyle sevdiğin/sevmediğin birinin iç dünyasına tanıklık ediyorsun. Bayram tatilinde Roald Dahl'ın "Tek Başına" isimli kitabını okumuş ve çok sevmiştim. Hatta o kadar sayfa nasıl geçti anlayamamıştım.
Can Çocuk yayınlarından çıkan "Ara Güler" biyografisini ise uzun zamandır merak ediyordum. Bugün(dün) okudum. Keşke daha uzun olsaydı, daha detaylı bilgilere yer verilseydi.
Anlatım tarzında birazcık "bakın şimdi çocuklar" havası var, onu pek sevmedim. Belki Ara Güler'in kendisi yazmış olsa çok daha eğlenceli olurmuş diye de düşündüm ama yazara bu noktada haksızlık yapmış olmayayım :)
Her ne kadar fotoğraf makinemi nereye koyduğumu unutmuş olsam da fotoğraflı günlerime güzel bir dönüş yapmak istiyorum. Yasemen'in şu fotoğrafı ve yazısı da bu kararımda etkili olmuş olabilir tabii :)
bıraksan bu fotoğrafa saatlerce bakabilirim ...
Can Çocuk yayınlarının "biyografi" serisi olduğunu fark etmemiştim. Serideki diğer kitapları da okumaya niyetlendim. Bu tarz  anlatımlar çocukların da ilgisini çeker ve biyografi okumak sıkıcı olmaktan çıkar, neşeli bir okumaya dönüşür diye düşünüyorum.
1928 yılının 16 Ağustos Perşembe günü oldukça sıcak bir günde doğmuş Ara Güler. "O kadar da yaramaz değildim" demiş ama çocukken yaptıklarını okuyunca (tren raylarında yatması gibi) gülmekten kendimi alamadım.
Ailesi Ara Güler'in babası gibi eczacılık okuyacağını ve dükkanın işlerini devralacağını düşünürken Ara, sinema peşindedir :) Babasının aldığı fotoğraf makinesiyle her şeyi çekmeye başlar. Kuşlar, kediler, evler, güneş...
Savaş yıllarında foto muhabirliği yapmaya başlar çünkü "tarihi, foto muhabirleri yazıyor" der.
Foto muhabiri, fotoğrafçı, fotoğraf sanatçısı arasındaki farkı da şöyle anlatmış:
"Ben foto muhabiriyim, fotoğrafçı değilim. Kesinlikle sanatçı da değilim. Ben gördüğümü çekerim. Sanat yapmam. Çok doğal olarak gördüğümü insanlara aktarırım. Bunun adı foto muhabiridir. Bir foto muhabiriyle fotoğrafçı arasında çok önemli bir fark vardır. Bir patlama olduğunda olay yerine doğru koşan kişi foto muhabiridir, oradan kaçan da fotoğrafçıdır."
Charlie Chaplin, Salvador Dali, Pablo Picasso gibi isimlerle tanışmış olması ve onların fotoğraflarını çekmesi ise hayranlık uyandırdı.
Üniversitede okurken aldığım fotoğrafçılık derslerini düşündüm bu kitabı okurken. Atila Hoca'nın bize anlattığı kuramsal bilgiler ve karanlık odadan hiç çıkmadan geçen saatler. Fotoğrafın içinde olmayı sahiden özlemişim. Elimde özelliklerini bile tam bilmediğim, Afsad sayesinde bilgilerimi tazeleyip şimdilerde çoğunlukla unuttuğum Nikon D90'ım var. Yeni başlayanlar için ortalama bir makine ve lens. İnsan hep "daha iyi makinem olsa daha iyi çekerim"sanıyor ama değil, Ara Güler bu durumu çok güzel özetlemiş: "İyi makineyle iyi fotoğrafçı olunmuyor. Yani en iyi daktiloyu, bilgisayarıı aldın diye iyi romancı olamazsın. İyi fotoğrafçı dikiş makinesiyle de resim çeker."

Ara Güler
Yazan: Muharrem Buhara
Resimleyen: Sedat Girgin
Yaş grubu: 8+
Can Çocuk, 2013, karton kapak, 101 sayfa

* Nurşen Abla'nın bugünkü yazısı da çok güzel denk gelmiş :)
Devamını oku »

29 Eylül 2015 Salı

Günün Mutluluk Sebebi 11: Uşak/Köy ve Sebzeler :)

Son zamanlarda kendimi neden bilmiyorum çok yorgun hissediyorum. Böyle zamanlarda "günün mutluluk sebepleri" daha da güzel geliyor gözüme. Dönüp okuduklarım bile oluyor :) Bayram tatilinde bir hafta babanne-dede yanında Uşaktaydık. Orada da bana mutluluk katan şeyler oldu. Onları yazmadan geçmeyeyim çünkü unutmak istemiyorum.
- Eski demirci ustası Fikri Amcanın kendi yaptığı demirden telefon kabı, benim yeni kalem kabım oldu,biraz ağırca ama olsun. Kendisini çok seviyorum.
Çeviremedim fotoyu iyi mi :)
- İçinde biraz hüzün de var ama kendimce başlattığım "Roald Dahl okuma şenliği"ni eylül ayı bitmeden tamamlamış oldum. Son olarak "Tek Başına" isimli biyografisini de köydeyken bitirdim ve yazarın gözlem gücünden ve hafızasından etkilendim.
Dövme yaptırdım ehehe :)
- Uşakta ve köydeyken gerçekten çok güzel yemekler yedim(k) ama beni en çok etkileyen Meryem'in "hamursuz"u oldu. Nasıl mütevazi nasıl hayat dolu bir insan. Yanında yaşayanların hayata çok daha olumlu baktıklarını/bakacaklarını düşünüyorum. İki tane de dünya tatlısı kızı var: Serap ve Saadet. Elif'i alıp köpeklere, tavuklara, parka götürdüler köy yerinde. Elif çok mutlu oldu tabii.

-Pazar gezmesini de çok severim ama Ankaradakilerden hiç keyif almıyorum, o yüzden de artık gitmiyoruz. Uşakta ise köylülerin de olduğu çarşamba pazarına gittik, aman nasıl mutlu oldum anlatamam. Kayınvalidemin belirli satıcıları var ve illa hepsiyle pazarlık yapıyor çünkü köylüler pazarlık seviyormuş :) Sohbetleri çok neşeliydi zaten, ben hep güldüm aralarındaki diyaloğa.

- Karabalığın ananesinde bulaşıkları çekmecelere yerleştirirken eski güzel fincanlar gördüm. Nasıl baktıysam artık fincanlara sağ olsun ebe(onlar öyle diyorlar) "beğendiysen senin olsun" dedi ve fincanları bana verdi. Kayınvalidemin çocukluğunda zaten var olduklarına göre acaba ebenin çeyizinden miydi diye düşündüm. kabaca bir hesapla 50 yıllık olduklarını tahmin ettim ama belki daha da fazladır. Amanın elimde antika var :) Tabak altları hiç olmamış ve kendileri de 4 tane. Aslında tam bana göre çünkü minicikler. Onları nereye koysam acaba kullansam mı yoksa saklasam mı diye ikilemde kaldım. Bir tanesini arada yine kullanırım ben, bu fincanlarla çok mutlu oldum.
- Bir de şöyle bir mutluluk sebebim var: fasülyeler :) Normalde ben hiç kış hazırlığı yapmam, tam bir ağustosböceğiyim. Karınca olan da sevgili kayınvalidem. Sağ olsun her şeyimi hazırlar, bana verir. Bu sene de verdi ama pazardan yine de fasülye aldık. Fasülyenin ayıklanması ve şoklanması sürecini daha önce bir kez birlikte yaptığımız için görmüştüm ama kendi başıma hiç yapmamıştım. "Yaparım tek başıma da" diye gaza geldim ve dün akşam bize 3 yemeklik olacak olan fasülyeyi ayıklayıp şoklayıp buzluğa kaldırdım. Yapanlar için bu cümlelerim komik gelecektir ama makarna pişirmeye üniversite son sınıfta başlamış biri olarak bence ben kendimi aştım. Fasülye ayıklarken kendime bir de film açtım. Sevmedim gerçi ama film izlemeyi özlemişim. (Anneme dün telefonda "fasülye ayıklıyorum, şoklayıp buzluğa koyacağım" dedim mesela, bir beş saniye kadar kendine gelemedi :)

Elif Uşak'ta iyice konuşmaya başladı sanki :) "Hala, Ayça, düştü" demeye başladı. Dün de bana çamaşır sepetini getirip "anne al" dedi. Çok mutlu oldum, maşallah benim tombalağıma dedim.
Neredeyse hiç dinlenemediğim için biraz üzülmüş olsam da Elif ve karabalık çok keyif aldı bu tatilden. Ben de kendimce "mutluluk sebepleri" buldum işte :)





-Köy ile ilgili değil ama okuduğum şu yazı da benim için aydınlatıcı oldu. Hangi konularda aydınlandığımı yazarım belki bir sonraki sefere.


Devamını oku »

28 Eylül 2015 Pazartesi

Miks, Maks ve Meks'in Öyküsü

Son zamanlarda okuduğum en tatlı kedili hikaye. Hatta o kadar sevdim ki dönüp dönüp sayfaları karıştırmaya devam ediyorum. Yazarın ilk kitabını 2011'de okumuşum ama buraya yazmamışım ne yazık ki. Bu kitapla ilgili yorumumu ve şahane Lokum özlemimi BDK'daki bu linkten okuyabilirsiniz.

Üç yavrulu kıvırcık kuzenin kedilerinin isimlerini de karıştırmışım tabii, aslında şöyle olacakmış :(şiir gibisin yalnız Tangül :)

ilk kedim İhsan Hanım
ikincisi onun yavrusu Kurabiye
arada Çamur ve Haydut var. 
sonra şişko olan Zuko ve diğer tekir Mestan
şimdi misafirim Lokum ve kapı önü kedim Kirpi
Devamını oku »

18 Eylül 2015 Cuma

Elif'in Kreş Günlüğü-4

Elif'in kreş günlüğünde nerede kalmıştık diye şöyle bir baktım da... Zaman ne kadar hızlı geçiyor, hala inanamıyorum. "Aa bunları mı yaşamışız" diye okudum desem, inanır mısınız?
Tamam belki bunda balık olmamın da etkisi vardır ama :)
Yaklaşık 10 gün sonra Elif'i kreşe vereli 3 ay olacak ve hala yeni duyanlar da olduğu için "17 aylık bebeği kreşe mi verdin, hiii" tepkileri alıyorum. Ben de yüzsüzüm ya "yok, 17 aylıkken vermedim, 14.5 aylıkken vermiştim. Yani daha da kötüyüm" deyip sırıtıyorum :) İşte tam da bu sırıtabilme kapasitemi de azar azar kullanıyorum ki tükenmesin,tükenirse depom boşalır.
Kreşe başladığından beri Elif sanki daha hızlı büyüyor ya da ben gün içerisinde onu göremediğim için böyle algılıyorum. Konuşma becerisi arttı. Mesela "anne" demeye başladı :) İş yerinde sanırım herkese bunu söyledim. "Anne diyor Elif" diye. Sebebi çok açık, neredeyse doğduğundan beri ısrarla "baba" diyen çocuğun 17 ay sonunda bir zahmet beni "mama" ve "meme" kıvamından çıkartıp "annelik" statüsüne eklemiş olması. Heyooo. Bunun neden bu kadar önemli olduğunu da şöyle anlatayım. Anneme uzun yıllar çoğunlukla ismiyle hitap edip "gönülcüğüm" dedim. O da başlarda bir şey dememiş olsa da otoriter kişiliği daha fazla dayanamayıp onu gıdıkladı ve "bana siz anne demeyecekseniz kim diyecek" demeye başladı. Bunun ne kadar önemli olduğunu Elif "anne" demeye başladığında anladım. "Anne oldum yahu" dedim, birkaç gün önce :)
Elif için 1. yaş yazısı hazırlayamamıştım, o yüzden 18 aylık (1,5 yaş) yazısı var aklımda, orada söylediği kelimeleri toparlayacağım ki hatıra kalsın :)
Elif normalde yemediği şeyleri kreşten sonra yemeye de başladı. Misal domates. Şu ara evde mis gibi Ayaş domateslerini çatalına koyup yiyen, domateslerin suyunu "hüüüppp" diye çeken bir bıdık var.
Çatal demişken, Elif'e ısrarla "elinle yiyebilirsin" dememe rağmen (kötüyüm) Elif ısrarla her şeyi çatal kaşıkla yemeye çalışıyor. Hatta bıçakla ekmeğine susamlı karışımdan sürüyor (Uşak usulü bir şey)
Buraya yazmaya fırsatım olmadı ama kreşteki en büyük gelişme Elif'in tüm sınıf arkadaşlarına saat yapma arzusu oldu. Hatta bir anane "yiyip bitircek benim torunumu kızınız" diye bizi azarladı ki öncesinde ben kendim gidip özür dilemiştim. Ailevi sorunları varmış o yüzden anane hassasmış, öğrendik, çocuklar kreşten ayrıldı, Amerikaya gittiler bile. Halbuki Elif onları çok seviyordu. Belki fazla(!) seviyordu, bilmiyorum. Bu gelişmenin ertesi günü bir çocuk Elif'i itmiş, o da yere düşmüş ve alnının üstü morarmış. Elif'i almaya gittiğimizde kaşının üzerini görüp "hiiii, kahramanlık madalyası almışsın, yaşasııın" diye sevindiğimizi görünce öğretmeni "emin misiniz" dedi. Kendini çok kötü hissetmiş belli ki ama biz çok sevindik. Ben kendi adıma hayatı öğrenmeye başladığı için sevindim. (ısırılabilir, düşebilir, yaralanabilir) Babası da "çocuk oyun oynuyor, olacak tabii bunlar" diye sevindi. Zaten bir sonraki gün içeriden iki çocuk da kollarında pansuman ile çıktılar. Bilin bakalım kim ısırmış onları? Ailelerden yine özür diledik, çoğu neyse ki anlayışlı ve gülüyor. Ancak bazılarının tepkilerini ben anlayamıyorum.
Bu dönem de böyle galiba, biraz ısırmalı bir dönemden geçiyoruz.
Kreşe giderken ve kreş dönüşleri yani arabada geçirdiğimiz vakitler pek neşeli oluyor. Elif şarkı söylenmesini çok seviyor, ancak konuşamadığı için hangi şarkıyı istediğini anlamam vakit alabiliyor :)
İnşallah böyle devam eder, 3 aylık kreş sürecinde doğru bir öğretmen ve kreş seçiminde bulunduğumuzu düşünüyoruz. Ay grubu olarak Elif hala tek başına öğretmeniyle ama aktiviteler, yemek vs. hep ondan 6-8 ay büyük olan bebeklerle oluyor. Toplu çekilen fotoğraflarda Elif onların yanında ufacık kalıyor.
Bazı günler "iyi oldu bu kreş işi" diyorum, bazı günler "kızımı niye bırakıyorum ki" diyorum.
Hayat böyle geçiyor, Elif büyüyor, hepsi için çok şükür...


Devamını oku »

14 Eylül 2015 Pazartesi

1 Kitap 1 Mektup : İpek Şoran ile Vahşi Şeyler Ülkesindeyiz:)

Bir kitap okuyucuya ulaşana kadar hangi aşamalardan geçer; mutfaktaki hazırlık, pişirme ve sunum ile kimler ilgilenir hep merak etmişimdir. 
Bir yayın koordinatörünün masası hep dolu mudur, en sevdiği kırmızı dolmakalemini neden kaybeder ve nasıl bulur, kafasının üzerinde uçan Peter Pan sayesinde mi harika çocuk kitaplarını keşfeder ve onları yayına hazırlar?
Tam olarak bu özelliklere sahip birini tanıdığımı fark ettim, Can Çocuk yayınlarının "Yayın Koordinatörü" sevgili İpek Şoran'ı.
Max ile "Vahşi Şeyler Ülkesi"ne gitmeden önce bu söyleşiyi okumanızı tavsiye ederim, sizi hapur hupur yenmekten kurtaracak bilgiler verebilir İpek :)

İpek Merhaba,
İlk soru, benim  çok merak ettiğim bir soru aslında; en sevdiğin çocuk kitabı hangisi? (1 tane seçmek zor olacaksa, favorilerini de yazabilirsin.)
En sevdiğim çocuk kitabı... Çok zor bir soru benim için. Aslında Tolkien’in Hobbit’i çocuklar için yazdığı düşünülürse elbette Hobbit! Fakat bu soruyla ne zaman karşılaşsam aklıma ilk olarak Peter Pan geldiğine göre, evet, en sevdiğim çocuk kitabı Peter Pan ile Wendy.

Çocuk kitaplarının dünyasına çocukken girebilen şanslı azınlıktan mısın yoksa büyüdükçe mi çocuk kitaplarını keşfettin?   
Kendimi bildim bileli kitaplarla aram hep iyi oldu, biz küçükken şimdiki çocuklar gibi şanslı değildik elbette. Ben sık sık kütüphaneye gittiğimi hatırlıyorum ama yine de, ben de büyüdükçe keşfettim çocuk kitaplarını...
"Yayın koordinatörü" olmak demek kitabın mutfağında yer alıp her türlü aşamasına tanıklık etmek demek olsa gerek. Peki sence bu avantajlı bir şey mi yoksa "yeni kitap" heyecanı yaşayamadığın için dezavantajlı mı?

Yayın koordinatörü olmak aslında hem şans, hem de değil... Bir yandan, senin de söylediğin gibi, işin her aşamasına dahil oluyorsun, özellikle de meraklı biriysen, aslında yayın koordinatörlüğü yayıncılık sektöründe bulunmaz bir iş! Bazen, özellikle fuar vs gibi belirli dönemlerde, kitabın mutlaka yayınlanması gereken bir tarih varsa onu tutturmak için kitabın heyecanına tam ortak olamayabiliyorsun. Çok gariptir ki, bir kitabın yayınlanış süreci ne kadar stresli olursa olsun, kitap matbaadan gelip de o “yeni kitap” kokusu etrafa yayılıp sayfalar çevrilmeye başlanınca her şeyi unutuyor insan.
Yayın koordinatörü olarak çalışmak, mutfaktaki hangi işleri kapsıyor? Yemeğin hazırlanması, pişirilmesi ve sunumun tamamı sana mı ait?
Yayın koordinatörünün temel görevi kitapların doğru bir şekilde ve zamanında yayınlanmasını sağlamaktır. Bunu sağlamak için de kitabın yayına hazırlığı, üretilmesi ve tanıtılmasında rol alan birçok insan (genel yayın yönetmeni, editör, düzeltmen, çevirmen, çizer, grafik, üretim ve satış departmanları) arasındaki iletişimi ve iş akışını sağlar. Bu eğlencesiz tanımı geçersek, evet, tüm aşamaların koordinasyonunu sağlamak tüm aşamalara dahil olmak, hepsinde fikir belirtmek demek, yani ekip çalışmasının lokomotifi olmak...

İş dışı okuduğun kitaplara sadece "okuyucu" gözüyle bakabiliyor musun yoksa okuduğun kitaplarda düzelti yapmaya, notlar almaya devam ediyor musun?
Yayıncılık sektöründe değilken de bu konuda “hassas” bir okuyucuydum. Öyle devam ediyor hâlâ... Şimdi de meslek hastalığı gibi bir şeye dönüştü. Yayıncılık sektöründe çalışan tüm arkadaşlarımda var bu huy. Ama şu da var, belki biz bu konuda “hassas” okuyucular kadar “hassas” olmayıp, bir noktada empati de yapabiliyoruz. Elbette tamamen editoryal bir süreçten geçmemiş bir metinden bahsetmiyorum...


Roald Dahl ve Kumkurdu ile nasıl tanıştın? Bu kitaplarda seni en çok etkileyen ne oldu?
Roald Dahl ile 2005’te Tim Burton’ın yönetmenliğini üstlendiği Charlie’nin Çikolata Fabrikası’nı izleyerek tanıştım. Bir gün Roald Dahl’ın bütün kitaplarıyla iş olarak haşır neşir olacağımı nereden bilebilirdim? : )

"Keşke Türkçeye çevrilse" dediğin kitaplar var mı?
Off, hem de çok! İlk aklıma gelenler Oliver Jeffers’ın yazıp & resimlediği kitapları. Bir de Sendak’ın diğer kitapları [ki 2016’da yayınlamak üzere hazırlık yaptığımızın müjdesini verebilirim buradan] ile Crockett Johnson’lar var... Aa, bir de Colin Meloy & Carson Ellis’in Wildwood serisi...


Biz çocukken sanki daha çok bize parmak sallayan kitaplar vardı ama şimdi okuduğum kitaplar çocukları lunaparka davet ediyor. Sence arada ne değişti?
Daha az yayınlanıyor belki ama öyle kitaplar hâlâ var. Öte yandan, hayal gücünü yücelten kitapların değeri anlaşıldı diye düşünüyorum, dolayısıyla bu tarz kitapların yanında sıkıcı, ders verme kaygısı güden kitaplara ilgi de azaldı belki...

Yayın sürecinde olmaktan çok mutluluk duyduğun birkaç kitaptan bahsedebilir misin?
Bunlardan bir tanesi Vahşi Şeyler Ülkesinde... Zaten çok sevdiğim bir kitabın Türkçeye kazandırılması [hem de çok sevgili Celâl Üster’in çevirisiyle] sürecine dahil olmak, kitapları seven herkesin başına gelmesini isteyeceğim bir duygu. İtiraf etmem gerekirse, yayına hazırlık sürecinde en çok zorlandığımız kitaplardan biri de bu oldu... Sendak Estate’le her aşamada fikir birliğine vararak ilerledik, bu da süreci biraz yavaşlattı. Bu kitap için kaç kez matbaa yollarına düştüğümüzü hatırlamıyorum bile, başında bekledik resmen. Ama basılan ilk sayfaları, kapağını gördüm ya, o akşam rahat uyudum.


Bir diğeri ise Charlie’nin Çikolata Fabrikası’nın üç boyutlu kitabı. Hiç unutmuyorum, bu kitap diğer ülkelerinkiyle aynı anda baskıya girecekti Çin’de ve bize kitabı hazırlamamız için yaklaşık 1 hafta gibi bir süre vermişlerdi. O hafta sürekli kar yağdı, biz de karanlığa kalmamak için öğleden sonraları tatil oluyorduk. Kitabı bitirmek için zamanla yarıştık. Sonra kitap elimize güneşli bir yaz günü ulaştı, sevincimizi görmeliydin!

Bu yıl, Exupéry'nin ölümünün üzerinden 70 yıl geçmesiyle birlikte Küçük Prens'in hakları serbest kalınca bir Küçük Prens furyasıdır aldı başını gitti... Yine de, Erdal Öz'ün elyazısıyla aldığı notlarının üzerinden giderek Küçük Prens'in Cemal Süreya & Tomris Uyar çevirisini yeniden okurlarla buluşturmak benim ve yayında emeği geçen herkes için gurur vericiydi.


Delal Arya’nın Pera Günlükleri’nin ilk kitabının yayına hazırlanışı da çok güzel bir anı benim için. Bana kitabın Word dosyasını gönderdiği günü hatırlıyorum, sonra kitabın matbaadan geldiği günü... Resmen bir bebeğin dünyaya gelişine tanık olmak gibi bir duygu. Delal, harika bir yazar, onun hayal dünyasıyla çocukken tanışmış olmayı çok isterdim. Şimdi, yeğenlerim Nil & Doğa büyüsün de Delal’in kitaplarını okusunlar diye heyecanlanıyorum.

İş yerinde bir günün nasıl geçiyor? Çalışma masandaki evrak yığınından dolayı arkadaşların seni göremez hale geliyor musun :)
Genel olarak keyifli bir çalışma ortamımız var, bu anlamda çok şanslıyım sanırım. Fuar ve katalog hazırlama dönemleri hariç gayet sakin, sessiz ve rahat geçiyor günler. Sabah kahvemizi çayımızı alıp işlerimize gömülüyoruz. Küçük aralar verip sohbetler ediyoruz; çizerler, yazarlar, çevirmenler gelip gidiyor yayınevine, onlarla görüşmelerimiz de çoğunlukla çok eğlenceli ve iş ortamından ziyade arkadaş sohbeti gibi oluyor.


Aaa, sorunun bu kısmında biraz hava atacağım! Masamda hiçbir zaman evrak & kitap yığını olmuyor, çünkü ben tam bir Başak burcuyum : )

Kırtasiyeyi çok sevdiğini duymuştum. Özellikle koleksiyonunu yaptığın bir obje, olmazsa olmaz bir kalemin gibi alışkanlıkların var mı?
Ah, evet. Bayılıyorum kırtasiye malzemelerine, kırtasiye gezmeye. Özellikle koleksiyonunu yaptığım bir şey yok, ama daha çok sade & eski moda şeyler hoşuma gidiyor. Sürekli kaybolup kaybolup bana geri dönen kırmızı bir Lamy dolmakalemim var; kaybolmadığı zamanlarda onu kullanmayı tercih ediyorum : )

Türkiye ve yurt dışındaki çocuk edebiyatını genel hatlarıyla kıyaslayacak olursak, sence ne durumdayız? Önümüzde daha uzun bir yol var mı yoksa genç yazarlarla beraber bu "yol" biraz daha kısaldı mı?
Bunu söylediğim için üzgünüm ama önümüzde hâlâ uzun bir yol var. Bu yıl katıldığım, İsveç çocuk edebiyatının dünü ve bugününü anlatan bir sempozyumda anladım ki, İsveçlilerin 35-40 yıl önce yayınladığı kitapları bugün bile basmak isteyen bir yayıncı bulmak zor. Bir de okul satışları kaygısı çocuk edebiyatına zarar veriyor; bu kaygı güdülmeden daha cesur davranılmalı...

Senin gözünde “iyi” bir çocuk kitabının olmazsa olmazında neler var? (hikaye, çizimler, dilin yapısı vs.)
Söylediklerinin hepsi... İyi kurgu, iyi yazılmış olması, iyi resimler, iyi kâğıt seçimi, iyi tasarım... Benim beğenimi bunların hepsi etkiliyor açıkçası. Yani iyi yazılmış bir kitabın resimleri iyi değilse, ona “iyi” bir çocuk kitabı diyemem; ya da tam tersi... Ya da iyi yazılmış bir kitap, iyi de resimlenmiş ama tasarımı berbat... Üzgünüm ama o da yeterince “iyi” bir çocuk kitabı olamaz benim gözümde. Çocukların beğenisini, estetik duygusunu azımsamamalıyız.

“Keşke ben yazsaydım ya da yayına hazırlasaydım” dediğin bir çocuk kitabı var mı?
Hobbit, Peter Pan ile Wendy, Oliver Jeffers kitapları, Vahşi Şeyler Ülkesinde’yi saymazsam : ) Pıtırcık’ın tüm kitapları, Pippi Uzunçorap, Martıya Uçmayı Öğreten Kedi, Ayıcık Ernest ile Farecik Célestine'inRomanı, Bütün Gün Esneyen Prenses, Bekçi Amos’un Hastalandığı Gün, Canını En Çok Ne Yakar...



Katıldığın için çok teşekkür ederim, harika yeni kitap haberlerini bekliyor olacağım(z) :)
Asıl ben sana çok teşekkür ederim!
  

Sevgili İpek, söyleşinin bundan sonraki kısmı sana doğum günü sürprizi :) 
                                                                             ***
"Sevgili Gözde, pek tatlı kardeşinle minik bir söyleşi yaptım ve çocuk kitaplarından bahsedip neşelendik. Ama aklıma geldi de, birlikte büyüdüğünüze göre İpek'in kitaplarla olan ilişkisini, yeğenleri Nil ve Doğa ile çocuk kitapları iletişimini senden iyi kimse bilemez. Bu bölüm İpek'e sürpriz olsun, bize biraz İpek'in kitap ve kırtasiye sevgisinden söz edebilir misin?"
Evet, İpek'le birlikte büyüdük, eğer İpek'siz büyüseydim, şu anki ben olmazdım, biliyorum. Kitap sevgimin (her ne kadar, istediğim çoklukta okuyamasam da) büyük bölümü, inanıyorum ki, İpek'le birlikte büyümekten kaynaklanıyor. Onun kitaplarla ilişkisi her zaman farklıydı. Kitap okurken, önündeki kitapla bütünleşir, benden tamamen kopardı. İyi yazardan ve kitabın iyisinden anlardı. Hiçbir zaman elinde korsan kitap görmedim. O dönemleri düşünüyorum da, sanırım İpek'in Murathan Mungan sevgisinden bahsetmemek olmaz. Ne kadar çok zaman ayırmıştı Murathan 95'i bulabilmek için. Ne kadar çok sahaf gezmişti. Bulmuştu tabii ki sonunda. Dünyası kitaplardan oluşurdu demek hiç yanlış olmaz.



Maalesef Nil ve Doğa teyzelerinden ayrı büyüyorlar. Çocuklarımın okuma sevgisi ile büyümelerini ve kitapların hayatlarında büyük yer kaplamasını her şeyden çok isterdim. Bu anlamda İpek bana daha doğrusu bize çok destek oluyor. İpek olmasa, ben şu anki ben olmaz, çocuk kitaplarına ilgim eminim ki şimdikinden çok daha az olurdu. Dolayısıyla İpek fiziksel olarak bizden uzak olsa da, senede 1-2 kez Nil ve Doğa ile bir araya gelebilse de, manevi desteği hep bizimle birlikte ve çocukların kitaplığının tamamını hemen hemen teyzelerinin aldığı kitaplar oluşturuyor. Kitapçılarda gezerken Nil hemen Can Çocuk'un kitaplarını alıyor eline, her birinin kapağını açıp Dadi'sinin (Teyzesinin) İsmin gururla buluyor, bana gösteriyor... Çok mutlu oluyor, ben de çok mutlu oluyorum Geçenlerde Kumkurdu'nun 3ü bir yerde basımını bana, büyüyünce çocuklara devredilmek üzere hediye etti. Kendinde şu an yok yani. Kaç kez ‘Emin misin, istersen geri verebilirim.’ diye teklif ettim hatırlamıyorum. Kısaca İpek, Nil ve Doğa'nın kitaplarla büyümelerini çok önemsiyor...


Evet, kırtasiye sevgisi de yine kitap sevgisi gibi, çok küçük yaşlarından beri hiç azalmadan devam ediyor. Kırtasiye malzemelerine aşırı bir sevgisi oldu her zaman. O zamanlar fotoğraf çekmezdik tabii ki, şimdi kırtasiye malzemeleri, kalemlerini, minik not defterlerini güzel güzel sıralayıp, fotoğraflarını çekiyor ve bunlar resmen bir görsel şölen. Kardeşim diye demiyorum, gerçekten de, her zaman zevkliydi hala da öyle... Hatta benim bir mottom var:) 'İpeğin en çirkin şeyi, benim en güzel şeyimden daha güzeldir.'  :)) Onun her şeyi çok güzeldir, çünkü o benim minik İpekböceğim...
  


"Sevgili Banu, İpek'in çocuk kitapları (özellikle Roald Dahl) ve kırtasiye sevgisi hakkında sen neler söylemek istersin? Doğum günü armağanı olarak en güzel hediye hangi kitap olurdu sence İpek için :)"
Ooo çok zor sorular. Çünkü yanıtlarının ucu çok açık.
İpek'in kırtasiye sevgisi hakkında ne diyeyim ki. Kırtasiye sevgisi anlatılmaz yaşanır :) Sanırım empati yapabilirim bu konuda. Kırtasiye malzemelerinin endorfin arttırıcı etkisi olduğunu düşünüyorum. İnsan bir kere aldı mı dahasına sahip olmak istiyor. yeni alınmış ahşap kokulu bir kurşun kalemin gıcır bir defter üzerinde hışır hışır kayışını düşündüm de. İpekim anlıyorum ben seni!


Baskısı tükenmemiş olsa Daniel Pennac'ın Gulyabaniler Cenneti'ni ve devamı olan iki kitabı alırdım. Tekrar basıldı mı bilmiyorum. Rico ve Oscar kitaplarını da alabilirdim :)


Biz İpek'le Kumkurdu sayesinde tanıştık, onun ikram ettiği kumkurabiyelerinden yiyip sahil kenarında dans ederken (kafa üstü) çocuk kitapları hakkında konuşmaya başladık. Yedi Denizlerden geçip Vahşi Şeyler Ülkesine vardığımızda Max çoktan oradaydı. Yani ben tanışmamızı böyle hatırlıyorum. Sen ne dersin İpek?
"Roald Dahl'dan 1 gün küçüğüm ben" diyebilen birini, onun tatlı ablasını ve fotoğrafını öpmek istediğim bal yanak yeğenlerini bloguma misafir etmekten büyük mutluluk duydum.
"İYİ Kİ DOĞDUN İPEK, umarım kırmızı dolmakaleminle harika metinler yazarsın. Tamam kabul ediyorum, benim masam hep dağınık olduğu için seni de kitap dağının ardında hayal etmiştim ama o zaman başak burcu olduğunu bilmiyordum :) MUTLU YILLAR, kafanın üzerindeki Peter Pan'ı hiç kaybetme olur mu?"
                                                                              ***
Roald Dahl Okuma Şenliği kapsamında Matilda'yı yeniden okurken Matilda bana şunu fısıldadı: "Biliyor musun, "Matilda" olarak kitabın içine sığamıyorum, kitaptan ara sıra taşıyorum. Yakın çevrende hiç bana benzeyen, kitapları çok seven birini gördün mü?"
Bilmem ki,sizce görmüş olabilir miyim? Gözlüklü bir Matilda hem de!
                                                                             ***
4 Ekim 2015 Pazar akşamına kadar "En sevdiği çocuk kitabı"nı yazan 3 kişiye pek tatlı Matilda kitabı Elif'in minnak ellerinin çekeceği çekilişle gidecek, ben de yanlarına 1'er mektup koyacağım :)
*İnstagram hesabımda yapacağım duyurunun altına yorum yazanları da çekilişe dahil edeceğim. (Çekilişe katılmak için yorum bırakmak haricinde bir şey yapılmasına gerek yok :)
** "1 Kitap 1 Mektup" etkinliği ne acaba diyenler,önceki etkinliklere bakabilirler :)

Devamını oku »

12 Eylül 2015 Cumartesi

İyi Ki Doğdun Roald Dahl :)

Sevgili Dahl Amca,
Sana bu mektubu çok uzaklardan yazmıyorum, biliyorsun.
Muzip gülüşünle bu satırları okuduğunun da farkındayım.
Aslında bir şey deyip kaçacaktım ama bilirsin ben lafı pek dolandırmadan yapamam.
E tamam o halde,Bulut-Adamlara söyle de sana rahat bir yer ayarlasınlar, çünkü içimde birikmiş laflar var.
Nasıl doluyum bir bilsen...
Doluluğumun sebebi memleket meseleleri olsa da seni bunlarla sıkacak değilim.Yoksa bana "Norveç'e taşın, orada buğulama somon yersin" deyip işin içinden çıkabilirsin.
Ama yoo buna izin veremem, somon sevmediğimden değil bu arada, sadece aklımdaki konu o değil.
Ara ara durup düşünüyorum: "Neden çocuk kitapları okuyorum, onları neden seviyorum"diye.
Buna cevap ararken -evet bazen böyle cevap aramak gibi akılsızlıklar da yapıyorum- aklıma hep sen geliyorsun. Daha doğrusu senin kitaplarını okurkenki ruh halim. Bir insan hep mi kıkırdar? Hiç mi içinde tutamaz o gülücükleri? Yok yapamıyorum.
YapamıyorDum...
Tüm kitaplarını okudum, en sona sakladığım iki adet biyografiyi ise bitirmeye kıyamıyorum.
Yeni hikayeler yazamayacaksın diye üzülürken bugün yeni bir şey fark ettim.
Bu hikayeleri senin yerine ben yazabilirim.
Ne dersin?
Hayalindeki veliaht değilim biliyorum, boyum sadece 1.60 ve yazı yazmak için minik bir kulübem de yok.
Ama üzgünüm, kendimi durduramayacağım galiba.
Bu kadar hikayeden sonra hayata eskisi gibi bakamam.
Koca Sevimli Dev'in kulağıma üfleyeceği harika rüyaları beklerim.
Belki bu rüyalardan birinde seninle Willy Wonka'nın Çikolata Fabrikasını ziyaret eder, Matildayla Cam Asansöre bineriz.
Kitapların sayfaları bitti ama ben onları hayal dünyamda yazmaya devam edeceğim.
Hem sana demiş miydim, Dev Şeftali'yi okuduktan hemen sonra beni bacağımdan ısıran minik arının bana göz kırptığını :)


İYİ Kİ DOĞDUN ROALD DAHL,
HAYAL DÜNYAMA ÇOK ŞEY KATTIN,
SENİ SEVİYORUM.

* Doğum günün 13 Eylül ama benim çok uykum geldiği için bu mektubumu 1 saat önce kabul eder misin?

Kaynak: burada

Devamını oku »